Netflix’te Hafta Bitmeden İzle (22 – 28 Mart 2021)
Netflix’te Hafta Bitmeden İzle!
Geçen ayın sonunda başladığımız; Netflix’ten kaldırılacak filmlerden seçip önerdiklerimizi (haftalık olarak) kısaca yorumlayıp, gitmeden tekrar hatırlatmayı amaçlayan yazı dizimizin bu hafta beşincisiyle karşınızdayız. Geçtiğimiz hafta Amazon Prime Video’dan da seçim yapmıştık ve eleştirisini yazmıştık, ama bu haftalık tekrar Netflix‘e geri dönüyoruz (Amazon’da kaldırılacak film olmadığı için) haftaya yine iki platformdan da filmlerle yazılarımız devam edecek.
Ayrıca; geçen yazılardaki gibi (tekrar) izlemeye fırsat bulamadan, kendimiz için de önerdiğimiz filmimiz yine var. : )
Son olarak; yaklaşık 2 yıldır ayın sonlarına doğru paylaştığımız “Netflix’ten Kaldırılacaklar” listemizi yayınlamaya da devam ettiğimizi ve oraya da Amazon Prime Video‘yu da dahil ettiğimizi de hatırlatalım. (Yeni listemiz de çok yakında yayında olacak.)
Şuradan; sürekli güncellenen bu ayın listesine ulaşabilirsiniz:
Netflix Türkiye – Şubat / Mart 2021 (Yayından Kalkacaklar)
Şimdi de; geç farkına vardığımız; “Keşke haberim olsaydı, kaldırılmadan (tekrar) izlerdim.” diyeceğimiz filmlerden, sizlerin de “haberinin olması” ve bu filmleri kaçırmamanız için paylaştığımız, bu listemizden bu haftalık seçip izlediklerimiz ve önerdiklerimize geçelim. (Yazılarımız tam olmasa da hafif spoiler özelliği taşır, ona göre okumaya geçmeniz tavsiye olunur. Ama bu hafta ikinci filmimizin yazısı son sahnesine kadar spoiler ona göre okuyunuz!)
İşte (bizce) bu haftanın “Netflix’te Hafta Bitmeden İzle” önerileri:
Mortal Engines / Ölümcül Makineler (2018)
Netflix’ten Kaldırılma Tarihi : 26 Mart 2021
“Yürüyen Kentler” yerleşiklere karşı
26 Mart itibariyle kaldırılacak olan filmimiz 2018 yılı yapımı olan “Mortal Engines / Ölümcül Makineler” ve kendisi Philip Reeve tarafından yazılmış olan “Mortal Engines Quartet” adlı dört kitaplık serinin ilkinin uyarlaması. (Bu arada; ülkemizde de; “Yürüyen Kentler” adı altında bu dört kitabın da basıldığını not düşelim.)
Fantastik romanların en ünlülerinden J. R. R. Tolkien’in romanlarını ustaca sinemaya uyarlayan Peter Jackson, bu kez yapımcı koltuğunda otururken; bu filmlerde birlikte çalıştığı “LOTR ve Hobbit” in Elrond’u (ama hep Ajan Smith’imiz olan) Hugo Weaving’i de filmin kötü adamı olarak yanına alıyor. (İyi de ediyor.) Hera Hilmar ve Robert Sheehan ise diğer başroller.
“Şehirlerin tekerlekler üzerinde gezindiği ve hayatta kalmak için birbirlerini tükettiği post apokaliptik (kıyamet sonrası) bir dünyada, iki kişi Londra’da buluşur ve bir komployu durdurmaya çalışır.” şeklinde kısaca özetlenen filmimiz; bu iki kişiyi (Hester Shaw, Tom Natsworthy) temeline alıyor ama; yıkılan dünyadaki azalan kaynakları kapabilmek için şehirlerini yürütenler! ile yerleşik bir düzende kalmayı tercih edenler arasındaki çekişme ise; asıl konusu. Zaten yürüyen büyük şehirler, küçükleri de; kendi içlerine alıp (adeta avlayıp) kaynaklarının tamamını ele geçiriyorlar. Bu kaynaklar da tükenince; artık tek hedef yerleşik olarak büyük bir duvarın arkasına saklanan şehir kalıyor.
Bu arada Hester Shaw’un kişisel intikam mücadelesi, Tom Natsworthy’nin yardımları, bir suikastçı lideri olan Anna Fang karakteri ve tabiki de Shrike isimli robotik (ama değişik : ) ) karakterimizin Hester’la hesaplaşması film içerisinde gerçekleşiyor. (Shrike karakterine biraz daha yer verilebilir miydi acaba?) Sonunda da; Thaddeus Valentine’ın (Hugo Weaving) yerleşik şehri yıkma planına kadar dayanıyor.
Filmimiz; öncelikle görsel olarak gayet başarılı. Tekerlekler (ve paletler) üzerindeki bu kentler çok güzel tasarlanmış; özelikle bunların en büyüğü olan ve filmimizin de kahramanı! olan Londra. Dışarıdan devasa ama eski görünen şehir, içerisinde nispeten daha modern ve teknolojik; Big Ben, Londra Müzesi, caddeler, otobüsler gibi Londra’nın geleneksel özellikleri de sabit bir şehirmiş gibi devam ediyor. Yine havadaki balondan yapılmış şehir ve de tabi ki duvarın arkasındaki yerleşik son şehir de en ince ayrıntılarına kadar tasarlanmış. Ayrıca; hareketli şehirlerin bir araya gelip açılıp, sabit bir yere kurulması ve sonrasında toparlanıp, kapanıp tekrar harekete geçmeleri de gayet ilginç. (Kahramanlarımızın şehrin dev teker (palet) izlerinden ilerlemeye çalışmaları da akılda kalıcıydı; bu teker izlerinin iki tepe arasında bir vadi oluşturduklarını düşünün.)
Londra şehrinin kendi içerisinde bir sınıfsal ayrım (yukarıda olanlar ve aşağıda avlanan şehirlerin kaynaklarını düzenleyenler arasında) ve hareket halindeki şehirlerde yaşayanlarla yerleşik olanlar arasında da başka bir sınıfsal ayrım var. (Yerleşiklerin suçlu olarak görülmesi.)
Filmin dezavantajı olarak sanki karakterlerin daha fazla hikayeleri varmış, daha derinliklilermiş ama tam da anlatılamamış gibi bir havası var; belki de roman uyarlaması olmasından; yani filmin süresinde bu derinliğin sağlanamamasından kaynaklanıyor olabilir. Filmin müzikleri ise; özellikle de başlangıçtaki kovalamaca sahnelerinde heyecanı daha da arttırıcı bir etki sağlıyor.
Son olarak filmdeki komik bir sahneyi de hatırlatalım (zaten dikkatinizi çekmiştir); filmin başlarında Londra Müzesi’ne girildiğinde “Minyonlar”ın heykellerinin tarihi eser olarak değerlendirilerek müzede yer almaları ve kendilerinden de “Amerikan Tanrıları / American deities” olarak söz edilmesi. (sanırım buna benzer bir sahne “Time Machine” filmindeydi; bir fast food logosunun, eski bir yazıt gibi değerlendirip saklanması vardı.)
Özellikle kıyamet sonrası bilim kurguları seviyorsanız; heyecanlı bir 2 saat vaat eden filmimizle güzel vakit geçirebilir; belki de filme ilham veren kitap serisini okumaya bile yönelebilirsiniz, iyi seyirler…
The Little Stranger / Küçük Yabancı (2018)
Netflix’ten Kaldırılma Tarihi : 27 Mart 2021
“Küçük Yabancı” mız neler yapıyor öyle?
Bu haftanın ikinci filmi ve de ikinci roman uyarlaması ise; “The Little Stranger / Küçük Yabancı” adlı 2018 yapımı film, kaldırılma tarihi 27 Mart olan filmimizin uyarlandığı kitabın yazarı Sarah Waters. Aslında ilginç bir gerilim olan filmle ilgili ilk olarak söyleyeceğimiz nokta; filmin son derece yavaş ilerlemesi. Gerek konusu gerekse bu yavaşlığı nedeniyle bana “I Am the Pretty Thing That Lives in the House” (2016) (yine Ruth Wilson yer alıyor) ve “A Ghost Story” (2017) filmlerini hatırlattı. (Onları izlediyseniz bu filme de bir şans verin; yani onu seven bunu da sever : ) )
Spoiler sız olarak söyleyebileceğimiz başka bir ayrıntı ise; filmin görüntülerinin, renk kullanımının gayet güzel göründüğü. Pastel renkler kullanılarak, eski ama etkili bir görünüm elde edilmiş. Özellikle flashback sahnelerde bu durum daha belirgin olarak göze çarpıyor.
“Bir doktor, eski ve yıkık (neredeyse çökmekte olan) bir malikaneye hasta tedavisi için çağırıldıktan sonra tuhaf şeyler olmaya başlar.” şeklinde en kısa yoldan özetlenebilecek olan filmimiz; aslında pek de öyle değil. Daha sonrasında; doktorumuzun oraya ilk gelişi olmadığını, yıllar önce daha küçük bir çocukken de bu görkemli malikaneye girdiğini ve hayran! kaldığını anlıyoruz. (Geri kalanını aşağıda spoiler lı anlatacağım.)
Zamanında son derece görkemli olan, ama artık bundan eser kalmayan malikanede; savaş gazisi olan erkek kardeş, bir kız kardeş, onların anneleri ve de bir tane de hizmetçileri dışında kimse yaşamıyor. Evin sahipleri de; artık bu koca evin masraflarını zorlukla karşılayabiliyorlar. Doktorun gelişi ile birlikteyse; evin bu sakinleri sırasıyla sakinliklerini kaybediyorlar!
Evet film ağır ilerliyor ama biraz sabrederseniz kendisini izlettiriyor da. (Tam hiç birşey olmuyor derken ara ara bir olay gerçekleşiyor) Evde garip olaylar olmaya başlıyor ve bu durum da izleyiciyi sürekli bir ikilemde bırakıyor. Olayların sebebi doğaüstü bir şey mi, yoksa insanlar yavaş yavaş deliriyor mu ya da hangisi diğerinin sonucunda gerçekleşiyor. (Doğaüstü olaylar mı bu insanları delirtiyor, yoksa delirdikleri için birşeyler mi hayal ediyorlar?) Bu durum filmin sonuna kadar devam ediyor, zaten film bittikten sonra da “Eee şimdi ne oldu ki?” deme olasılığının da gayet yüksek olduğunu belirtelim.
Filmi izledikten sonra üzerine biraz düşünmeyi ve de hakkında biraz okumayı da seviyorsanız tam da size göre. Biz yerli-yabancı pek çok eleştiriden pek çok teori okuduk, sonunda aşağıdaki şekilde yorumladık; tamamen doğru olmayabilir, ama fazla okuma yapmak istenmiyorsanız da bizim yazıyı okuyun yeterli olacaktır.
Buradan sonrasını olabildiğince spoiler lı anlatacağız, evet filmin son sahnesinden bile ayrıntıyla söz edeceğiz. O yüzden izledikten sonra okumaya devam etmeniz tavsiye olunur, söylemedi demeyin.
Annesi de zamanında malikanenin hizmetçisi olan doktorumuz (Dr. Faraday); bu binaya dışarıdan bir hayranlık besliyor; ama bu durum sadece mimari yapının güzelliği nedeniyle değil, aynı zamanda evin taşıdığı sosyal statü nedeniyle de. Aslında ev; kendi sınıfının üstünde bir sınıfa ait olma isteğini de sembolize ediyor. Bunu flashback sahnesinde önce; evin içerisine de girme isteğiyle (mutfakta oturup atıştırırken oraya ait olduğunu ilk hissettiğinde) ve resim çekilirken o fotoğrafta yer alma çabasından (maalesef pek başarılı olamıyor.) daha iyi anlıyoruz. Evin içerisine giren “Küçük Yabancı”mız evin süslemelerini incelerken, bir ara kendine hakim olamıyor (Güldür Güldür Şevket misali “Keşke benim olsa.” diyor) ve evden bir parçayı koparıyor. Belki de tam bu anda kendisi ile evin kaderi birleşiyor, ya da kendisinin gözünü hırs bürümüş kötü bir yanı evde mahsur kalıyor. Ardından da; onun hem evden bir parçayı almasına, hem de bu sebeple annesi tarafından cezalandırmasına tanık olan, evin ilk kızı (diğer kardeşlerin ablaları) olaydan kısa süre sonra sebepsiz bir hastalıktan ölüyor niyeyse!
Doktor (yıllar sonra) evdeki bir davete çağrıldığında; diğer davetliler doktor olduğunu öğrenince “Kim hasta acaba?” diye tepki veriyorlar. (Yani; hasta biri yoksa onun kendileri arasında bir işi olamayacağını ima edip, sınıfsal ayrımı kendisine ilk hissettirdikleri an) Hemen ardından da; uslu uslu oynayan evin köpeği, misafir bir kız çocuğuna (tam da yıllar önce kendisine suçüstü yaparak oraya ait olmadığını, ona ilk hissettiren evin büyük kızına benzeyen) durduk yerde saldırıyor. Doktorumuz tedavi amacıyla evde biraz daha kalıyor ve bu anlar; az da olsa kendisini üstün olarak hissettiği tek anlar oluyor.
Daha sonra; savaştan vücudu yanıklar içerisinde bir gazi olarak gelen evin oğlu Roderick Ayres’ı tedaviye başlıyor doktorumuz; ama Roderick çıkarmakla suçlanacağı ufak bir yangının ardından tedavi amacıyla evden uzaklaş(tırıl)ıyor. Evin annesi Mrs. Ayres ise; yıllar önce kaybettiği ilk kızının acısıyla (onun sesini duymaya ve evin farklı yerlerinde adının yazıldığını görmeye başlamasıyla) intihara sürükleniyor. (Bu iki olaydaki fiziksel yanları doktorumuz, metafizik olanları ise; evdeki kötü yanı mı yapmıştır ki?)
Doktorumuzun eve sahip olmasıyla arasındaki tek engel olarak kalan evin kızı Caroline Ayres’a ise; doktor önce evlilik teklif ediyor (doğal yolla evin varisi olabilmek adına); reddedildiğini anlayınca son engeli de ortadan kaldırmaktan başka çaresi kalmayan! Dr. Faraday; duyduğu garip sesler sayesinde, kullanılmayan üst kata çıkan Caroline’i merdiven boşluğuna göndermekten çekinmiyor. (Bu sahnede Caroline yukarıda birisini görür ve “Sen!” diyerek şaşırır; üst katta görmeyi ummadığı doktor mudur bu kişi, yoksa daha önce doktorun yaptığı tariften tanıdığı çocuk halini mi görmüştür?) Mahkeme sahnesinde ise; doktorumuz “Zaten intihara eğilimi vardı.” diyerek olayı rahatlıkla kapatacaktır zira.
Son sahnede ise; ev artık doktorun olmuştur olmasına da, pencereleri camsız, kapılarının bazılarına tahtalar çakılmış, tam bir harabeye dönmüştür o görkemli malikane. Elindeki anahtarlarla tüm kapıları kilitleyip evden ayrılırken Dr. Faraday; binanın üst katında merdiven boşluğunda, tam da Caroline’in düştüğü yere bakmakta olan küçük Faraday’ı görürüz, üzgün ve gözü yaşlı bir halde. Evet “Küçük Yabancı” mız gözlerinin hırsından kör olduğu o “Keşke benim olsa.” anından beri, evin sahibi olmak istemiştir ama; o küçük haliyle, bu uğurda yoluna çıkan herkesi ortadan kaldırabileceğini de düşünmemiştir elbette.
Sonuçta filmimiz herkese göre değil ama; ağır tempolu, değişik bir gerilim filmi izlemek ve ardından da biraz düşünüp, biraz okumak isteyenler buyursun…
Şimdi de haftanın “Netflix’te Hafta Bitmeden (Ben de) İzle(yeyim)!” önerisi:
Henüz (yakın zamanda) izlemediğim için kısaca değiniyorum.
Arif V 216 (2018)
Netflix’ten Kaldırılma Tarihi: 27 Mart 2021
Cem Yılmaz’ın Arif Işık’ın maceralarını anlattığı filmlerin üçüncüsü “Arif V 216” da kaldırılacaklar arasında yerini aldı. Bu sefer 60’lı yıllara bir zaman yolculuğu yapan kahramanlarımızın başına yine neşeli, hüzünlü, heyecanlı pek çok olay geliyor. O yıllara ait sayısız göndermenin olduğu filmi yine zevkle izleyebilirsiniz. (“Bu gönderme nereye acaba?” diye izlenirse daha da neşeli bir hal alabilir.) Nostalji seviyorsanız, eski Türk filmlerini seviyorsanız ve hatta “Back to the Future II” yi seviyorsanız, tam da size göre.
Bu hafta için de önerilerimiz (olumlu – olumsuz) burada sona eriyor; haftaya yayınlanacak yeni yazımıza kadar iyi seyirler…
© Yeni Yeni Şeyler / T. Güner